Mutfak Masası ve Kurtarılmış Anlar / Melisa Kesmez
“Mekânın cinsiyeti” konusunu nereden yazmalıyım, bu büyük konuyu nereden yakalamalıyım diye düşünürken şöyle bir yere vardım: Eğer mekânın cinsiyeti üzerine yazacaksam bunu Virginia Woolf ve Ursula le Guin’den bahsetmeden yapamam. Beri yandan bunu yaparken bir “yazar-anne” ya da “anne-yazar” olarak, mekânla olan ilişkimi, evin sınırları dâhilindeki alanımı da anlamam gerekir. Buradan hareketle bazı retorik sorular sordum: Cinsiyetim mekânla olan ilişkime ne yönde etki ediyor? Mesela bir kadın olarak profesyonel ve domestik emek alanlarını nasıl inşa ediyorum ya da edemiyorum? Ev benim için tam olarak nasıl bir varoluş alanı? İşe gitmeyen, evde kalan, evden çalışan bir ebeveyn olarak çoğunlukla benim emeğimle ayakta duran ve işleyen bir düzenek olan evin sınırları içerisinde, benim bir yazı işçisi olarak bu işime vakfettiğim bir özerk bölgem var mı? Yani demem o ki, mekânı düşünürken, görünmez de olsa bir çizgi var mı annelikle ve kadınlıkla yazarlığı birbirinden ayıran? Varsa da, anneliğin ve kadınlığın yayılmacı karakterinden mütevellit, bu diğer rollerim sıklıkla yazarlık topraklarını bozguna uğratmaz mı? Cevabı malum sorular.
Virginia Woolf’un zihni de 1928’de kadınların edebiyattaki yeri üzerine birer konuşma yapmak üzere davet edildiğinde buralarda gezmiş olmalı. Mekân ve cinsiyet konularını yan yana tartışan, feminist yazının yapıtaşlarından biri olan bu metin, kadınların edebiyat üretiminde karşılaştıkları tarihsel engelleri masaya yatırırken çok önemli bir yere odaklanıyor: Toplumsal yapı kadınların üretim olanaklarını nasıl sınırlar? Woolf’un bahsettiği oda yalnızca dört duvar değil kuşkusuz. Aynı zamanda bir özerklik alanı. Bu metinde, en geniş perspektifle bakınca, bir kadının yazabilmesi için önce bir odaya ihtiyacı vardır, diyor Woolf. Bu oda neresi? Hayali bile gözlerimi dolduran bir yer: Kapısı kapandığında kimsenin müdahale edemediği, düşüncenin serbestçe akabildiği, kendi varlığına tahsis edilmiş bir alan. Yazmanın yalnızlık ve özgürlük talep ettiğini bildiğimden, bir barınma yerinden çok bir saklanma yeri burası. Yazmak üzere saklandığın bir yer. Ev gibi ihtiyaçları asla bitmeyen büyük makinenin en hayati çarklarından biri olan, bozulduğu vakit makinenin de ekseriyetle bozulduğu kadının/annenin, kendi sesini bulma imkânı yakaladığı bir çocuksuz hava sahası. Öyle bir yeri olanlar bu dediğimi anlar belki, ama böyle bir yerden yoksun olanlar ki galiba biz çoğunluğuz, kuşkusuz daha çok anlar.
Bazen katlanmış çamaşırları iterek bilgisayarına yer açmış, gözlükleri kayıp kayıp burnunun ucuna inmiş, dağınık anne topuzu ve yıllar içinde masa başında çalışarak itinayla inşa ettiği kamburuyla normal şartlar altında ailenin müşterek kullanımına açık bir mobilyanın kenarına tünemiş kendime uzaktan bakıyorum. İnsanların zihnindeki havalı yazar imajıyla alakam yok. Kendine ait bir odadan yoksun hayatımda, dışarıya tezat, kafamın içi odalarla dolu, birinde Nil’in çizmeleri küçülmüş, yenisini almam gerekiyor, birinde akşama ne pişirsem de karbonhidrat-protein dengesini yakalasam, birinde sosyal medyanın mütemadiyen beslediği “ne olacak bu ülkenin hali” sorgusu, öbüründe acaba kira bu sene nereye tırmanacak, o sırada kafamın arkalarına doğru bir odada, en sevdiğim oda orası, yeni bir Türkan yeni bir Nergis doğuyor. Yazıya oturduğum masa, birkaç saat sonra üzerindeki her şey kaldırılarak, mevcut yazı düzeni bozularak, ailenin akşam yemeğini yemek üzere buluşacağı bir yemek masasına dönüşecek. Bu masayı evin mobilya bütünlüğünden ödünç almışım. Bana ait bir masa değil. Mutfak da bana ait değil. Kapısını kapatabildiğim bir yer değil burası. Evin ortak ihtiyaçlarına kulağım hâlâ açık, birisi adımı seslenene kadar şu üzerinde çalıştığım son paragrafı anlamlı bir bütün haline getirmekten başka bir şey istemiyorum. Yarım kalan cümlelerle dolu bir yazarlık serüveni benimki. Acaba bölünmemek nasıl bir duygu? Kesintisiz yazma deneyimi? Kesin harika bir duygudur. Bir keresinde birisi bana kadın yazar olmanın nasıl bir şey olduğu gibi bir soru sormuştu. Ona “aklıma geldiği sırada anında not almadığım için, çünkü o sırada ocağın başında olduğum, oradan uzaklaşamadığım, dibi tutan bir şeyi karıştırıyor olduğum için, uçup giden, uzaya karışan yazı fikirlerinin arkasından bakan hüzünlü biri olmak” gibi bir yanıt vermiştim. Sanıyorum erkek bir yazar olsaydım, bir ailenin bunca hayati parçalarından biri olmasaydım, karşımda habire dikilip duran, okuyamadığım ve yazamadığım kitaplar listesi daha kısa olurdu. Öte yandan yıllar evvel bir erkek yazar arkadaşımın dedikleri de hâlâ kulağımda: “Kadın yazarları çok kıskanıyorum” demişti, “çünkü sizde olan bizde olmayan bir şey var. Başka bir göz, başka bir kulak.” Katılıyorum. Bir okur olarak ne zaman bir kadın yazarın kaleminden çıkmış bir metin okusam, ne zaman bir kadın senaristin yazdığı bir filmi seyretsem yazar arkadaşımın dediği şeyi hatırlıyorum. Haklı.
Buradan aklım Ursula Le Guin’e gidiyor: Anne olmanın, ev işlerinin ya da toplumsal görevlerin kendisi için bir engel olmadığını, çoğu zaman karakterin ve yazarın iç dünyasını şekillendiren bir gerçeklik olduğunu söylüyor canım Ursula. Anne-yazar olmanın avantajı diye bir şeyden söz ediyor. Üç çocuk annesi bir yazar olarak günlük yaşamın sorumluluklarını reddetmek yerine, yaratıcı süreçlerin bu gerçekliklerle birlikte kurgulanabileceğini ve yazının ve hayal gücünün malzemesi hâline gelebildiğini söylüyor. Özetle, kadın yazarın anneliği ve yazarlığı çelişki değildir diyor: İkisi de birbiriyle beslenen iki alan.
Mutfak masasından dünyaya doğru yazan, az sonra bu makaleyi bitirip, masadan kalkıp protein karbonhidrat dengesini gözeteceği bir akşam yemeği hazırlayacak bir kadın yazarın sırtını patpatlıyor bu sözler. Ne yapsak cinsiyetsiz bir mekâna dönüştüremediğimiz, tam tersine çoğu ailenin gerçekliğinde cinsiyetçi bir mekân olarak varlığını inatla sürdüren ve hatta toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yeniden yeniden üretildiği “ev” dediğimiz yerde, yazmaya da yer var, evet. Sözümü kız kardeşim Ursula’nın ‘Balıkçı Kadının Kızı’ denemesindeki şu cümlelerle bitireyim:
“Bir yazarda olması gereken tek şey taşak değil. Ne de çocuktan arınmış bir mekân. Hatta ne de, doğrudan verilere dayanarak söylersem, kendine ait bir oda, gerçi karşı cinsin ya da en azından onun evdeki temsilcisinin iyi niyeti ve işbirliği gibi bu da müthiş bir kolaylık sağlar. Ama bunlar olmasa da olur. Yazarda olması gereken tek şey bir kalem ve bir miktar da kâğıttır. Bu yeterli. Yeter ki, o kalemin ve kâğıt üzerinde yazdıklarının tek sorumlusunun yalnız ve yalnızca kendisinin olduğunu bilsin. Bir başka deyişle, özgür olduğunu bilsin. Tam özgür olmadığını. Hiçbir zaman tam özgür olmadığını. Belki çok kısmen. Belki yalnızca tek edimde, bu kurtarılmış an, yazan bir kadın olarak zihnin gölünde avlanırken. Ama burada sorumlu, burada özerk, burada özgür.”
Künye: Melisa Kesmez, “Mutfak Masası ve Kurtarılmış Anlar”, Arşivlik, sy. 2 (Ekim 2025), https://kadineserleri.org/mutfak-masasi-ve-kurtarilmis-anlar/