ÇELİK MANOLYALAR*
AB Kültür Sanat Destek Programı Culture Civic desteğiyle, Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı tarafından yürütülen Ötekinin Hafızası Projesi kapsamında gerçekleşen “Kadınların Göç Hafızası Sergisi” 6 Mart 2024 tarihinde İstanbul’daki DEPO/Tütün Deposu’nda açıldı. 6 Nisan’a kadar sürecek olan sergi, sanatseverlerden, basından, medyadan büyük ilgi görüyor; öyle ki serginin farklı kentlerde yinelenmesi talepleri konuşuluyor.
Sergiye katılan, 3’ü İranlı 2’si Suriyeli 5 kadın sanatçıyı İstanbul’da buluşturan, insanlığın ayıbı diye nitelendirilebilecek kitlesel zorunlu göç olgusu. Küreselleşmenin tetiklediği, demokratik yaşam biçimine son veren rejimlerden onlar da paylarını almışlar.(1) Kadın olarak kendileri için çizilmiş kimlik sınırlarına meydan okudukları için de yönetimlerce toplumun “öteki”lerinden sayılmışlar.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği üç aşağı beş yukarı dünyanın her yerinde aynıdır; ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal yapıların temelinde yatan erkeğin üstünlüğü, kadının bağımlılığı anlayışı, toplumsal kodlar ve “edinilmiş korkularla” kuşatılmış kadınları, toplumda değişim yaratacak donanımlardan yoksun bırakmak suretiyle önlerinin kesilmesini doğallaştırmıştır. Ancak 5 kadın sanatçı, sergide de görülebileceği gibi, sosyo-ekonomik konumlarının kendilerine sağladığı görece özgürlüğün sınırlarını alabildiğine zorlamaktan, karşılığında bedel ödemekten yılmamışlar; daha fazla direnç gösterme imkânı ortadan kalkınca da zorlu bir yolcuktan sonra Türkiye’nin yolunu tutmuşlardır.
Ama çağdaş toplumdaki “kutuplaşma”ya varan “ayrışmalar” sıradanlaşmışken, hangi ülkenin güllük gülistanlık olması beklenebilirdi ki? (2) Kent, fiziksel anlamda kişi için bir sığınaktır. Onlarsa sanatlarına sığınıyorlardı. Ülkelerinde yüksek eğitimden geçmişler; kimliklerini koruyarak hem Doğu hem de Batı kültüründen beslenmişlerdi; sanatlarını zenginleştiren de bu paradoks olmalı.
Anlatılanlara göre, Orta Doğu’nun her konudaki birikimini İstanbul’a taşıdılar ve İstanbullu hemcinsleriyle, kadınlar arası kültürel- sanatsal paylaşımın ve kadın dayanışmasının kıvancını birlikte yaşadılar. En önemli özellikleriyse, bir yapıtın kendi sanatsal özgünlüğünden çok, serbest piyasa ölçütlerine göre değerlendirildiği günümüz sanat ortamına sırtlarını dönmüş olmaları. Bu yüzden de yapıtlarının düşünsel, entelektüel arka planı, izleyicide işlenen izleğin içeriğini sorgulama arzusu uyandırıyor.
Onları daha iyi tanımak için kuşkusuz sergiyi gezmek gerekiyor. Sergi, bölümlerden her birine sanatçıların isimlerinin verildiği beş bölümden oluşuyor.
FARAH: Farah Trablsie, Suriyeli, 1985 Eski Şam doğumlu. Ressam. Babası ve dedesi de sanatçı. Akıp geçen zamana karşı unutulmayan anılar; yurt sevgisi, yurt özlemi sanatçının yapıtlarına damgasını vurmuş. ( “Suriye”, “Vatan” tabloları) Büyük emek harcanmış devasa tablolar. Yeni teknikler ( izleyiciyi çağıran “aynalar” ). Farah çok yönlü bir sanatçı, arkadaşları gibi. O bir model aynı zamanda. İstanbul’a 2014 yılında taşınmış. Resimlerin yanına iliştirilmiş panoları, geride bıraktığı acı tatlı anıları doldurmuş. Sevdikleriyle çektirdiği fotoğraflar da mutlu görünüyor. Artık çalışmalarını İstanbul’daki atölyesinde sürdürüyor. Yeni evinde kedileri var; hayvanları ve çocukları çok seviyor.
MARYAM: Maryam Mazrooei İranlı, gazeteci ve fotoğrafçı. Birçok ülkeye seyahat etmiş; Türkiye, Ürdün, Suudi Arabistan. 2022’de Mahsa Amini direnişinin sloganı olan “Kadın, yaşam, özgürlük” belli ki onu çok etkilemiş. Resme de başlamış. Kalabalıkların enerjisi tablolardan dışarı taşıyor. Hele bir de yeni yetme kız resmi var ki, yüzünde yeni yetmeye yakışmayan durgun bir anlatım; kim bilir ne sırlar saklıyor bu hüzünlü bakışlar? Beyaz giysiler içinde, utanmış gibi önüne bakan zarif genç kadın heykeli, dallar arasında kurulmuş kuş yuvasının sırtındaki ağırlığı altında ezilmiş besbelli. (“Yuvayı yapan dişi kuş” o.) Maryam’ın panosundaki fotoğraflar arasından kadın gazetecilerle çektirilmiş toplu fotoğraf dikkat çekiyor. Meryem başı sık sık derde giren politik kimliği nedeniyle ülkesinden ayrılmış, çalışmalarını artık İstanbul’da sürdürüyor.
SARA: Sara Shahzadeh. İranlı, 1985’te Tahran’a yakın Karaj kentinde doğmuş. Sanatın çeşitli dallarında ürünler veriyor. Babasının da edebiyat ve sanatla haşır neşir olduğunu öğreniyoruz. “Resim yaparken özgürüm” diyor Sara. (Çoğu kadının da yirmi dört saat içinde yalnızca ibadeti sırasında özgür olabildiğini duymuşuzdur; ibadete saygıdan karışanı görüşeni olmaz çünkü.) Sara’nın tabloları tam bir renk cümbüşü; insan gözünü alamıyor. Öte yandan zihni felsefi düşüncelerle yüklü; “Self Portre”de; yaşamı hakkında açıklamalar yaparken; üç ayrı resimde, insanın ana rahminde başlayan varoluş mücadelesi vd. yapıtlarında felsefi bakış açısı kendisini belli ediyor. Resimlerden birinde, fetüsü çevreleyen kanlar dışarı sıçramış; itiraf etmeliyim ki, gördüklerim zihnimde canlanırken beni farklı çağrışımlara doğru çekiyordu. Diğer sanatçıların yapıtlarında da “tecrid”in isyanı içinde kurtuluşu arayış izleği baskın. Sara 2013 yılından beri çalışmalarını İstanbul’da sürdürüyor.
SİNUR: İranlı. 1986’da İran’ın Mahabad kasabasında doğmuş. Ressam. 2005 yılında Tebriz Üniversitesi’nde felsefe okumuş. 2011’de Tahran’da, 2013’te Irak’ın Erbil kentinde ikamet etmiş. “Ben hâlâ göç halindeyim” diyor. Onu en iyi tanımlayan da bu tür felsefi sözleri. Yanlış hatırlamıyorsam deforme ettiği kadın figürlerinin adeta “yapı sökümü”nü yaptığı tablolar için de “ Bu beden şiddetin, zorlukların sınırlamaların tarihini üzerine yazdı” diyor. Ağzında sigarasıyla resmedilmiş orta yaşlı kadın portreleri de çok etkileyici. Ancak, hatıra panosundaki kız kardeşiyle, arkadaşlarıyla çektirdiği fotoğraflarda çağdaş kadının özgüveniyle verdiği neşeli pozlar pesimist olmadığını gösteriyor. 2018 yılından beri İstanbul’da yağlı boya çalışmalarını sürdürüyor.
WALAA: Walaa Tarakaji, Suriyeli. Tiyatro kostüm tasarımcısı, akademisyen ve ressam. Resimleri küçük boyutlu; hep göçle ilgili izlekler kullanılmış. Bazıları siyah beyaz. Göç rüyaları. Kişi giderken evini de birlikte götürüyor. Suyun üstünde, “meçhule giden ” kâğıttan kayıktaki anne ve çocukların tedirgin bakışları. Walaa, İngilizce isimli tablolar yapmış, “Göç etmeye zorunlu muyuz” anlamına gelen yazılar yazmış. Panosundaki festivallerle, sanatla dopdolu geçmiş yılların, geçmişin coşkulu anılarının arasında yer alan fotoğraflardan babasını çok sevdiği anlaşıyor. Walaa, 2013’ten beri İstanbul’da illüstrasyon alanında çalışıyor.
Sanatçıların yılların çalışmalarıyla ortaya çıkmış değerli yapıtlarıyla birlikte kişilikleri hakkında fikir veren özel eşyalarının – resim fırçası, kitap, fular, kolye vb.- sergilenmesiyse sergiye ayrı bir değer katmış. Serginin bu kadar beğenilmesinde, kuşkusuz deneyimli küratör, Nilgün Kıvırcık’ın, titiz çalışmasının ve yaratıcı bireyselliğinin rolü büyük.
Toplumsal cinsiyet temelli bellek oluşturmak amacıyla 1990 yılında kurulmuş olan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’na gelince; kadınların sanat alanında da “eksik ve yetersiz temsiline” kuruluşundan beri duyarlılıkla yaklaşmıştır. 5 kadın sanatçının yapıtları ve özel eşyaları, Vakfın Kadın Sanatçılar Koleksiyonu’na yapılmış değerli bir katkı olarak anılacaktır.
Sanatseverler sergiyi kaçırmasın!
Tülin Tankut
Çelik Manolyalar *
ABD yapımı (1989) romantik bir komedi filmi. İletisine gelince: Toplumun kadınlardan beklentisi, manolyalar gibi narin görünmeleri. Ama maruz kaldıkları cinsiyet ayrımcılığı, onları çelik gibi sağlam olmaya zorluyor. Kadınların Göç Hafızası Sergisi’nin 5 kadın sanatçısı da acı deneyimlerden geçerek olgunlaşırlarken çelik gibi sinirlere sahip olmuşlar.
DİPNOT:
1) İslami kurallara göre giyinmeyen kadınların cezaya çarptırılması; laiklik ve bağımsızlık ilkeleriyle mayalanmış, köklü bir tarihe ve uygarlığa sahip olan İran toplumuna tarihin bir ironisi olsa gerek.
2) Suriye’de 2011 yılında baş gösteren savaşlar ve savaş ortamının süregelen olumsuz koşullarının tetiklediği kitlesel zorunlu göç hareketleri, gerek Suriyeliler gerekse göç alan Türkiye’nin yerel halkları açısından sıkıntılı süreçlerin yaşanmasına yol açmıştı. Kitlesel göç bilindiği gibi, akla “öteki” ve yabancı düşmanlığını getirir, bu yüzden de dünyanın bugün içinde bulunduğu konjonktürde çözümsüzlüğe yazgılıdır. Dolayısıyla tarafların birbirlerinden karşılıklı beklentilerinin ve yakınmalarının sorumlusu kendileri değildir. Neyse ki nahoş olaylar bugüne kadar yerel kalmaktan öteye gitmemiştir. 5 kadın sanatçı da ülkedeki “statü”lerinin kendilerine hatırlatılmasından rahatsız olsalar da – ki rahatsızlık yapıtlarına da yansımış- kadın dayanışması, yeni dostlarının ilgi ve desteği, çevreye uyum sağlamalarında etkili olmuş, sanatın birleştirici gücünün karşılıklı önyargıların kırılmasındaki rolü de bu vesileyle bir kez daha ortaya çıkmıştır.